Suça Sürüklenen Çocuklar: Adaletin Kör Noktası
Modern hukuk sistemleri, çocukları “korunması gereken bireyler” olarak tanımlar. Ancak uygulamada, suça sürüklenen çocuklar, adalet sisteminin en kırılgan ve en ihmal edilen grubunu oluşturuyor. Gerek yargı süreçlerinde gerekse sonrasında karşılaştıkları muamele, çocukların bireysel gelişimlerini ve topluma yeniden kazandırılmalarını desteklemekten çok uzak.
Türkiye’de “suça sürüklenen çocuk” kavramı, 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu ile yasal zemine oturtulmuş durumda. Ancak bu çerçeve, yalnızca kâğıt üzerinde bir koruma kalkanı sağlıyor. Uygulamada, çocuklar çoğu zaman yetişkinlerle aynı süreçlerden geçiriliyor, gözaltı süreleri uzuyor, yargılama dilinde pedagojik yaklaşımdan eser kalmıyor. Çocuk mahkemelerinin sayısı ve niteliği sınırlı, uzman personel ise yetersiz. Bu durum, çocukların yargı sürecinde ikinci kez mağdur olmasına yol açıyor.
Daha çarpıcı olan ise sistemin “cezalandırıcı” refleksi. Oysa çocukların suça yönelmesinin arka planında büyük ölçüde sosyal, ekonomik ve psikolojik faktörler yatmakta. Yoksulluk, aile içi şiddet, eğitim sisteminden kopuş, istismar… Bu unsurlar göz ardı edildiğinde, adalet sistemi yalnızca sonucu yargılıyor, nedeni görmezden geliyor.
Cezaevi değil, koruma ve destek odaklı mekanizmalar inşa edilmedikçe bu döngü kırılmayacak. Çocuklara özgü adalet, yalnızca yaş küçüklüğünü dikkate alan bir indirim politikası değil; çocuğun yüksek yararını esas alan bütüncül bir yaklaşımı gerektirir. Sosyal hizmet uzmanlarının, pedagogların, psikologların etkin şekilde dahil olduğu, onarıcı adalet temelli süreçler kurulmadıkça, biz yalnızca suçun görünür kısmına müdahale ediyoruz.
Çocuk psikolojisine dair hiçbir donanıma sahip olmayan savcı, hâkim ya da kolluk görevlilerinin yürüttüğü ifade ve yargılama süreçlerinde, suskunluk itirafla, korku suçlulukla, gözyaşı ise delille karıştırılmaktadır. Bu durum, yalnızca adli hatalara değil, çocuğun ruhsal bütünlüğünü derinden zedeleyen bir sistem krizine işaret eder.
Adalet sistemi hâlâ yetişkin merkezli bir yapının içinde debelenirken, çocuğu istatistikten ibaret gören bir anlayış hüküm sürüyor. Her çocuk dosyası, yalnızca hukuki bir metin değil; çoğu zaman ihmalin, istismarın, yoksulluğun ve dışlanmışlığın izlerini taşıyan bir hayat hikâyesidir. Bu çok katmanlı gerçekliği okuyamayan, çocuğun içinde bulunduğu koşulları dikkate almadan hüküm veren bir sistemden sağlıklı ve adil sonuçlar beklemek, kurumsal kapasitenin ötesinde bir iyimserlik olur.
Gerçek adalet, çocuğu sadece fail değil, aynı zamanda sistemin mağduru olarak da görebilmekten geçer. Aksi halde çocuklar, adaletin değil ihmalkârlığın yargılandığı bir sistemde mağdur olmaya devam eder.